1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 16. Maddesi'nde; "Kuvvetler ayrılığı bulunmayan toplumların anayasası yoktur" diye yazar. Bir haklar bildirgesinde pek de görmeye alışık olmadığımız türden bir cümledir bu; ilk bakışta pek de anlamlı gelmeyen...
Elbette anlamlı ama ona gelmeden önce geride kalan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimleri için kısa bir panorama sunmaya çalışacağım. HSYK'nın nasıl oluşacağı, 12 Eylül Anayasası'nın ruhu korunarak 12 Eylül referandumu ile yeniden düzenlenmiş, "evet"çi ve "yetmez ama evet"çi Adalet ve Kalkıma Partisi (AKP) ve bağlaşıkları korosu, bu yeni düzenlemeyi kürsü hakimlerinin de HSYK'da temsil edileceği varsayımı ile savunmuştu.
Bakanlık vesayeti
Öyle olmadı. 17 Ekim'de Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı listenin tulum halinde "kürsü hakimleri"ni temsil ettiği, kürsü hakimlerinin çoğunluk oylarıyla anlaşıldı. Bu ne öngörülemez ne de yeni bir gelişme; AKP ve müttefiki cemaatler pasif devrimi (*) Türkiye'de "hukuk içinde" ve hukuk aracılığıyla yürüttüğünden, parlamento çoğunluğuna dayanarak yapılan yasaların uygulayıcıları olan yargıçların pasif devrime katılmalarının sağlanması başından beri AKP ile oluşan yeni hegemonyanın stratejisi içindeydi.
İlk adım 2003 yılında Türkiye Adalet Akademisi'nin bu çerçevede yeniden yapılandırılması ile atıldı. Akademi bir yasaya kavuşturuldu ve eski hegemonyaya ait "yüksek yargı" vesayetinden kurtarıldı. 2003-2010 yılları arasında alınan binlerce adli ve idari yargı hakim ve savcı adayı yeniden yapılandırılan Türkiye Adalet Akademisi'nde yeni hegemonyanın -AKP establishmentinin- yargıçları ve savcıları olmak üzere eğitim gördü.
Yargıda örgütlenmeler
Bu gelişmeyi gören bir kısım ilerici- demokrat hakim ve savcının örgütlenerek Yargıçlar ve Savcılar Birliği'ni kurması (YARSAV), önceleri yüksek yargının ilgi alanında değildi. Ancak 2007'de Dolmabahçe Mutabakatı ile ilan edilen yeni hegemonya sonrasında yalnız kalan eski establishmentin "yüksek yargı"sı, bir manevra ile YARSAV'ı kuşattı ve kendi örgütü haline getirdi.
Demokrat Yargı Derneği ise, başka bir kısım (hatta bir avuç) ilerici- demokrat hakim ve savcının öncülüğünde "yüksek yargı"ya da karşı olarak kurulurken muhafazakar- demokrat (AKP'li) bazı yargıçlardan da destek aldı. Ancak, gerek Bakanlık gerekse de Başbakan Erdoğan -tıpkı medyanın olduğu gibi- yargının da inşa ettikleri yeni hegemonyanın/establishmentin yargısı olmasını istediklerinden, referandum sürecinde bu dernek mensuplarının kimi çıkışları yandaş medyada destek bulup görünür kılınsa da aslında bütün yargıç ve savcı örgütlenmelerini kapatmak eğilimindeydi. Bunu hem yasa tasarısı hazırlayarak hem de kürsülerden açıkça ilan ettiler.
Seçimin tarafları (1): Bakanlık
Objektif olarak ise, Demokrat Yargı Derneği AKP'nin yeni hegemonyasının yargıda yayılmasına ve özellikle referandum sürecinde kamuoyunun maniple edilmesine subjektif niyetinden bağımsız olarak ciddi bir katkı sundu. Bu katkı sol liberallerin ve liberal solcularınkiyle eşdeğerdi. Yaptıklarına ve söylediklerine inandıkları için HSYK seçimlerinde Bakanlığın müdahil olmayacağını umuyorlardı. Ancak Bakanlık listesi Anayasa değişikliği paketinden beri hazırdı, çalışmaları yapılıyordu. Pasif devrime en iyi şekilde hizmet edebilecek militan yargıç ve savcılar ile genç ve militan bakanlık bürokratları çoktan belirlenmişti. Hatta en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, HSYK daire başkanları bile A.B.İ.'lenmişti (Murat Yetkin, "A.B.İ.'ler seçildi sıra yerleştirmede", Radikal, 19.10.2010)
Bunun üzerine Demokrat Yargı Derneği, Bakanlık listesini değil bazı bağımsız adayları destekledi.
Seçimin tarafları (2): Yüksek yargı
Yüksek yargı ise YARSAV eliyle beklenen ölümcül taklasını attı. İlk takla nispi temsili sağlayan "her adaya bir oy verileceği" düzenlemesinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiydi. Böylece, Yargıtay ve Danıştay'dan seçilecek üyeler güvence altına alınmış olacaktı. İkinci ölümcül takla ise HSYK seçimlerine sokulan YARSAV listesi ile geldi: Yüksek yargıdaki sağ Kemalist grup - AKP tarafından Alevi kökenli oldukları ileri sürülerek aleyhlerinde propaganda yapılmakla birlikte aralarında bir kaçı dışında Alevi kökenli olmadığı gibi olanların da Alevilikle ve Demokratik Alevi Hareketi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur!- militan MHP'lilerle ittifak yaptı.
Bu ittifak içinde Kemal Türkler'in katillerini Yargıtay'ın bozma kararına rağmen üç kez üst üste beraat ettiren ve dosyayı zamanaşımına sokan yargıçlar bile vardı. YARSAV içindeki bazı ilerici yargıç ve savcılar liste yapılmamasını ısrarla savunsalar da, AKP ve CHP-MHP arasındaki kör dövüşü, bu kez Bakanlık listesi ve YARSAV listesi halini aldı ve militan MHP'lilerden oluşan YARSAV listesi, ne MHP'liler ne de AKP'li olmayan hakim ve savcılar tarafından desteklendi.
Sonuçlar
Seçimde 201 aday olduğu unutulmamalı. Bu adayların büyük çoğunluğu genel olarak her iki listeye de karşı çıktı. Ancak listeler karşısında bir başarı gösteremediler. Hezimete uğrayan YARSAV, genel kurula gitme kararı alırken, Demokrat Yargı Derneği seçimlerin Bakanlık vesayeti altında telkin, ikna, vaat ve tehditle; hatta AKP örgütü ile cemaatlerin -özellikle avukatlar eliyle- hakim ve savcılar üzerindeki telkinleri altında yapıldığını açıkladı. Yüksek Seçim Kurulu'nun propaganda yasağının Bakanlık listesinin tek yanlı propagandada serbestliğine dönüştürüldüğü doğruydu ama seçim sonuçları bundan daha fazlasına işaret ediyor.
Duran saatin de günde iki kez doğruyu göstermesi gibi, seçim sonuçları üzerine, "yetmez ama evet"çilerden Ahmet İnsel, Radikal'de "Yeni Şafak, HSYK seçimleri sonucunu, 'Yargı, YARSAV'ı tasfiye etti' zafer çığlığıyla karşıladı. Demokrasi açısından utanç konusu olacak bir sonuç, demokrasinin zaferi olarak sunuldu. Ortada bir zafer olduğu kesin. Ama Adalet Bakanlığı bürokrasisinin, dolayısıyla AKP'nin zaferi bu, demokrasinin değil. Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı'nın adli yargıda, Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü'nün idari yargıda birinci gelmesi, bu seçimlerin 1930'ların Türkiyesi'nde ki milletvekili seçimleri kadar ve ancak o kadar demokratik olduğunu gösterir" diye yazdığında bu fazlanın bir kısmına işaret edebildi ama gene de yanıldı.(Ahmet İnsel, "HSYK seçimi şaibeli değil mi?", Radikal, 19.10.2010 )
Kendisinin -Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 16. Maddesi'nin ne anlama geldiğini bilmezden geldiğinden, bilmediğini ileri sürmeyelim!-, referandumda "yetmez ama evet" derken yaptığı siyasi hatayı olduğu gibi sürdürdüğünün özellikle vurgulanması gerekir.
Hakikat...
Bakmayın yukarıda aktardığım olgu kalabalığına. Hakikat, "bir cümlede özetlememiz gerekirse ordunun gücüyle paranın ve dinin gücünün halkın tepesinde birleşmesi"nden ibaret: "...bütün çatlakların ta en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İslam'ın gökkuşağı koalisyonunun oluşturduğu dokuyla tıkanacağı, sıvanacağı bir yeni sürece evriliyoruz: Bir kez daha 1930-45 ve 1950-60 arasındaki statükoya farklı koşullarda iade oluyoruz. Bir tek parti devleti kuruluyor tepemizde." (Ertuğrul Kürkçü, Yeni Egemen Blok: Asker-İslamcı İttifakı, "Sosyalist Emek", Mart 2008)
Bu nedenle, HSYK seçimleri Ahmet İnsel'in gözüne, "1930'ların Türkiyesi'ndeki milletvekili seçimleri kadar ve ancak o kadar demokratik" gözükmektedir. Aynı nedenle, 12 Eylül referandumu da tıpkı 12 Eylül Anayasasının (1982 Anayasası) kabul edildiği referandum gibi bir plebisitten ibaretti. Demokratikleşme için ve demokratik bir seçim değildi.
Tartışma 12 Eylül günü de, 13 Eylül günü kurulmaya devam edecek olan otoriter tek parti hegemonyasına karşı tavırla ilgiliydi; biçimsel demokrasiyle ilgili değil. AKP'nin otoriter tek parti hegemonyasının geleceğinde dair düpedüz siyasal bir tartışmaydı. Paket, yasama ve yürütmeye sekiz yıldır hükmeden gücün, kendi atadığı yargıçlara da hükmetme arzusunun somut siyasal düzenlemesinden başka bir şey değildi.
Biçimsel demokrasi...
Özellikle liberal solcular, sosyalistlerle tartışırken "biçimsel demokrasi"yi savunur görünürler; "proletarya diktatörlüğü" adına "biçimsel demokrasi"nin kazanımlarından vazgeçilemeyeceği demagojisine sığınırlar. Halbuki ne proletarya diktatörlüğü/sosyalist demokrasi biçimsel demokrasinin kazanımlarını -birinci, ikinci ve üçüncü kuşak temel hakların tümünü ve bugün Doğa Ana Hakları Bildirgesinin yarattığı dördüncü kuşak hakları- yok sayar ne de kapitalizmde birinci kuşak dışındaki biçimsel demokratik kazanımlar işçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan mücadeleleri olmadan tarih sahnesine çıkabilmiştir.
Bu kesim açısından sorun mevcut statükoyu savunmamak ise yapılması gereken, basitçe Kürt Özgürlük Hareketi'nin demokratik bir dönüşüm için mihenk taşı işlevini taşıyan siyasi çağrısına uyarak 12 Eylül plebisitini boykot edebilmekti. Yok sorunları, iddia ettikleri gibi "biçimsel demokrasi"yi savunmak ise, akıllarına ilk gelmesi gereken şey, hakim ve savcıların HSYK üyelerini seçmelerinden çok daha önemli olan biçimsel demokrasi ilkesi, daha açık deyişle, "kuvvetler ayrılığı", Fransız İnsan ve Yurttaş Bildirgesi'nin 16. Maddesi'ydi.
Çünkü, ezilenler ve emekçiler, kısaca yönetilenler için, bu biçimsel demokrasi ilkesinin yarattığı güçler arasındaki denge aralığından "işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebilir"di. Yapılması gereken, sermayenin pasif devrimci aktörü AKP'ye avane olmak değil, gerçek bir kuvvetler ayrılığı ve bunun içinde de "yargının ve hukukun demokratikleşmesi" için mücadele etmekti. Aksini yaptılar ve bu kesimlerin "biçimsel demokrasi"yi değil, Schmitt'teki politik birliğin "devlet, hareket, halk" uğraklarını demokratik meşruluk uğraklarıymış gibi savunduklarını anladık...(**)
Demokrasi bu değil
AKP'nin sağcı ve solcu Carl Schmitt'leri önce ortalığa "yargı darbesi" diye uyduruk bir kavram attı. Yargıçlar darbe yapıyorlarmış! Halbuki, Montesqueiu'den beri biliyoruz ki yargı erk olmayan bir erktir, arkasında müsellahlar olmadıkça erk bile değildir. Dolmabahçe'den sonra ordunun hükümetle aynı safta olduğu tartışılmaz bile...
Fransız Devriminin, biz unutmayalım diye İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin 16. Maddesine yazdığı üzere, "kuvvetler ayrılığı bulunmayan toplumların anayasası yoktur" ve bu toplumlarda, sorunlar güçlünün hukuku altında çözülür: HSYK seçimlerinin gösterdiği, güçlünün hukukunun, başta türban olmak üzere her AKP de factosunun artık yargıçlar için de jure bir kaynak -bir yasal düzenleme- olduğunun, yargıçlar tarafından gene de facto kabul edildiğidir.
Yine de evet abartmayalım, en azından bizim plebisitte oy kullanma hakkımız var. Almanların ise sadece alkış hakkı vardı. Sevelim demokrasimizi...(SE/EK)
____________________________________
(*) Pasif devrim için bkz. Cihan Tuğal, Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism, 2009, Stanford University Press.
(**) Dolayısıyla şimdi, sonuçların meydana çıktığı bugün Ahmet İnsel'in 1930'lı yılları anması ama 1950-1960 arasını unutması; hatta Ömer Laçiner'in Ahmet İnsel'in manşetini eleştirdiği Yeni Şafak'ta "Türkiye'de CHP, AK Parti karşısında sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan nerede duruyor ise, BDP de bölgede o pozisyonda. Kuşkusuz Kürt sorunun ağırlığının yarattığı farklılıklarla" diyebilmesi bununla ilgilidir. Carl Schmitt'in neredeyse diğer bütün eserleri çevrilmişse de, 1933 tarihli, "Devlet, Hareket ve Halk: Politik Birliğin Üçlü Yapısı" adlı makale/broşürü henüz Türkçe'ye çevrilmemiştir. Hegel'deki devlet, sivil toplum, aile dolayımının, Alman milletinin ve Hitler'in politik lider olarak -vir/erkek bedeni ile de!- Anayasa'da yer almamasına rağmen bir kamu hukuku kurumu olarak tanınmasına ve Alman milletinin acclamatiosu ile meşru bir iktidar olduğunun kabullenilmesine dayanak olsun diye yeniden üretildiği bu bütüncül politik yapı/kuruluş formülünün sonucu, hâlâ kabusundan kurtulamadığımız Auschwitz toplama kampı olmuştu. Günümüzde de bizzat Schmitt'ten (Kalyvas) ya da işaret ettiği liberal açmazlardan (Mouffe) demokratik bir meşruluk kuramı çıkarmaya çalışıp duran zevat az değildir. Bu adı anılan liberal solcular da Mouffe yolundan Schmittçilik yapıyor. Tarih indinde adları en fazla Schmitt kadar itibar görecektir; sınıf mücadelesi içinde ise saflarını kendileri ilan ettiler: Sanki ta 2002'den beri AKP'ye avenelik etmiyorlarmış gibi sosyalistlerle yollarını ayırmışlarmış!